BÜYÜKLERİN
DİLİNDEN
MÜDERRİS HACI AHMET EFENDİ (M. 1855/1939}
Kuruçay Medresesi'nin kurucusu olan Hacı Ahmet Efendi, Çubuk yöresinin yetiştirdiği en meşhur şahsiyetlerden birisidir. Uzunca boylu, çakır gözlü olan bu zatın SEYYİD olduğu söylenir. M. 1855 de Hacı Ahmet Efendi, Ankara'nın Çubuk ilçesinin 18 km kuzeyindeki KURUÇAY köyünde dünyaya gelir. Dedesi Çankırı'nın Orta İlçesinden gelip bu köye yerleşmiştir. Bu tarihler Osmanlı'nın çöküşünün başlangıç noktası olan, 1839 Tanzimat olayından 15 yıl sonrasına rastlar.
Sekiz yaşlarındayken, içine düşen bir ateş, Ahmet Efendi'yi, ailesinin haberi olmadan İstanbul'a sürükler. İstanbul'da on yaşında hafızlığını tamamlar. Beş yıl daha burada kalarak, İstanbul'un iliın, irfan dünyasını tanır ve havasım teneffüs eder, Onbeş yaşına kadar İstanbul'da kalır.
1870 yılında Hocası Hacı Şükrü Efendi'nin teşvik ve tavsiyesiyle, Çankırı'da Büyük Müftü olarak bilinen Şeyh Molla Mustafa Efendi'nin yanına gelir ve O'nun beş özel talebesi arasına girer. Hocasından geceli—gündüzlü ders alır. Çok sıkı bir çalışma, azim ve gayretiyle on yıl aralıksız olarak dersine devam eder. Anlatılanlara göre; sorularıyla hocasını hiç uyutmadığı için, hocasının hanımı hakkını, bu çalışkan talebeye helâl etmemiştir.
1880 yılında hocasının tavsiyesi üzerine tekrar İstanbul'a dönen Hacı Ahmet Efendi Fatih Medresesi'nde beş yıl daha öğrenimine devam eder. Yirmi iki yıl süren tahsil hayatından sonra, otuz yaşında icazetini (diplomasını) alarak kendi köyü olan KURUÇAY'a döner.
Artık bu tarihten itibaren Çubuk ve Kızılcahamam çevresinde irşat çalışmalarına başlar. İki yerde bizzat medrese kurarak talebe yetiştirmeye devam eder.
ilk medresesini Kızılcahamam ilçesine bağlı Pazar nahiyesinde kurar. Pazar ve Ortacı yaylası yöresinde yüze yakın talebe yetiştirir. Burada yetiştirdiği talebelerinin en meşhuru, Pazar'lı Mamacı Hoca'dır.
Bu dönem, Osmanlı sultanlarından II. Abdülhamit devrine rastlamaktadır. 1876'dan 1908'e kadarki 33 yıllık sürede, o devrin ve İstanbul ulemâsının özelliği olarak, Anadolu'nun köy ve kasabalarında medreseler kurulur, talebeler yetiştirilirdi.
İşte Hacı Ahmet Efendi böyle bir destek ve teşvik sonunda, kendi köyü KURUÇAY'a gelerek, köylülerinin de yardımıyla kırk odalı bir medrese inşa eder. Ömrünün en verimli çağında ikiyüze yakını hafız olmak üzere, üç-yüzün üzerinde talebe yetiştirir. Burada yetiştirdiği talebelerinden en meşhuru, medresenin de kendi döneminde kalfalığını yapan SOFU HOCA'dır. Hatta Sofu Hoca'nın Saray İmamlığı'na çağrıldığı, fakat Hacı Ahmet Efen-di'nin rızası olmadığı için gitmediği söylenir.
Otuz yaşında talebe yetiştirmeye başlayan Hacı Ahmet Efendi, hayatının 53 yılını bu uğurda harcamıştır. Yetiştirdiği talebelerinin tümü, Çubuk yöresinin çeşitli yerlerinde ve kademelerinde görev yapmışlardır.
1908 darbesi ile çok üzülen H. Ahmet Efendi, sırasıyla Balkan harpleri, 1. Cihan savaşı, İstiklâl savaşı ve nihayet genç Cumhuriyetin 19 yılını da gördükten sonra, 1939 yılında, 84 yaşında Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisine, Atatürk tarafından Diyanet İşleri Reisliği teklif edildiği zaman, yaşlılığı nedeniyle bu görevi kabul etmemiş ve mütevazi hayatına kendi köyünde devam etmiştir. Allah onlardan razı olsun!
Sofu Hoca'nın memleketi Kuruçoy 'dan...
SOFUHOCA (..?../1940)
Kuru çay Medresesi'nin yetiştirdiği en büyük ilim adamlarından birisi olduğu için, kısaca hayatını gelininin ağzından dinleyebildik.
Medine Özbek anlatıyor:
"Artık ben de 65 yaşlarına girdim. O öldüğü zamanlar 60—65 yaşlarında vardı. Kuruçay'da yedi sene imamlık yaptı. Durasan'm hatibiydi. Sonra Aşağı Çavındır'a imanı durdu. Orada üç, dört sene kaldı.
Medresede ders okuttuğunu iyi bilirim. Evde çok çalışırdı, devamlı okur dururdu. Yüz yastığına kitapları yığar, etrafı kitaptan geçilmezdi.
Ben hizmetini yapardım. Bana şuradan kalk da, şuraya otur, demezdi. Beni çok severdi.
Ali ve Mustafa isimli iki oğlu vardı. Ben önce büyük oğlu Ali'ye gelin oldum. Kocam öldüğünde Mustafa çok küçüktü. Üç sene sonra nikahımı Mustafa'ya kıydı. Beni çıkarmadı.
O zamanlar köylere devamlı kitapçılar gelirdi. Onlardan durmadan kitap alırdı. Devamlı okur, yazardı. Okur, ukur, "Ben daha bir şey okumamışım" derdi. Hacı Ahmet Efendi'nİn cenaze namazını kıldırdı. "O benim hocam" derdi. Sünnü'ye de hatip durdu.
Sofu Hoca, ilk tahsilini Çankırı'da yapmış. Orta ve Liseyi köyünde bitirdikten sonra, İstanbul'da Şer'iyye Medresesi (fakülte)ni bitirmiş. Oradayken Saray Imamlığı'na teklif edilmiş, fakat Hacı Ahmet Efendi ısrarla Kuruçay Medresesi'ne çağırmış . . ."
Torunu anlatıyor:
"Sofu Hoca'nın evine gelen, giden hiç eksik olmazdı. Bir gün boş kalmazdı.
Çocukları çok severdi. Gençlere "pehlivan", biraz olgunlarına "molla" derdi.
Çubuk kazasında tanımayan yoktu. Parktan çıkar, Köprübaşı'na kadar, öğleden ikindiye zor gelirdi. Gördüğü herkese selam verir, hal ve hatırını sorardı.
Çok cömertti. Ceplerini meyve ile doldurur, önüne gelene dağıtır giderdi.
Tahminen 1940'da Ramazan'da hastalandı. Çırpınır dururdu. Fakat kimseye, ben hastayım demezdi. Ramazan Bayramı'nm ilk günü, gün batarken vefat etti. Bir yıl önündeki Kurban Bayramı'nda da hocası Hacı Ahmet Efendi vefat etmişti. Yani ikisinin arasında on ay var.
Hocası Hacı Ahmet Efendi'yi Atatürk, Ankara'ya çağırmış ama; biz gerisini bilemiyoruz. Ne konuştular, ne ettiler . . .
Ben Hacı Ahmet Efendi'nİn oğlu Hüseyin Hoca'da okudum. Bizi okuturken şöyle derdi.
'Oku oğlum oku! ilim ar olmaz. İlmi ar edenler, Berhudar olmaz."
Y.A. (27.8.1984)
İSMAİL ÇAKIR
(1885 -1974) 1301 doğumlu olup, Kuruçay Medrese'sinin son talebelerindendi. Rüştiye mezunu (şimdiki ortaokul dengi) olarak askere gitti. Bediuzza-man Said-i Nursi'nin milis albayı
oldu. Abdülhamid'i çok İyi tanırdı.
Savaşa girmemiş, yalnız Ruslar, içinde ihtilaf yapıp geri dönünce arkalarından gitmiştir.
Sağhğında şimdiki Saraycık köyünün hatipliğini yapmıştır. Çok çalışkandı. Kur'an ve Arapça'yı İyi bilirdi. Dört defa hacca gitti. Son zamanlarında "Uıtiyarhğın bir günü, bana on yıl gibi geliyor" derdi, Birgün şöyle anlattı.
"Ben medresede okurken, birgün okuldan kaçtım. Kazaya gittim. Üç gün derse gelmedim. Döndüğüm zaman hocamız Hacı Ahmet Efendi sordu.
—Molla neredeydin?
—Ankara'ya gitmiştim hocam.
—Münübüs diye birşey çıkmış, gördün mü?
—Gördüm hocam.
—Bindin mi?
—Bindim hocam.
—Pekiyi, nasıl birşey anlat bakalım.
—Üzerine biniyorsun, hem oturuyor, hem gidiyorsun.
—Yoksa uçuyor mu?
—Hayır uçmuyor, dedim.
—Bir de uçan olacaktı, dedi.
—O zamanlar uçak-muçak yoktu. Hepsi sonradan çıktı . . ."
Bütün bunları anlatan ismail ÇAKIR; hocaları Hacı Ahmet Efendi'nİn, uçakların yapılacağını keşfettiğini İfade etmek istiyordu. Yoksa yıllar sonra uçakların gökte yüzeceklerini nereden bilebilirdi.
ANILAR Yurdum Çubuk ovası.
Canlı tarih burası.
Uluçay köyümüzdü, İnsanı ölçümüzdü.
Dağım, taşım kurudu, Sular dünden uyudu.
Artık soldu Uluçay, Adı oldu Kuruçay.
Bir de medrese varmış, Mollalar bahtiyarmış.
Nice nice talebe, Zulme çalmış galebe.
Büyük Hoca derlerdi, İlmi yüce değerdi.
Herkes O'na bağlanmış, Ölmüş rahmetle anmış.
O'nun sözü hücetmiş, Delil imiş, senetmiş.
Soğ Hoca da meşhurmuş, Gönüllerde taht kurmuş.
Molla İsmail vardı, Bunları hatırlardı.
Medresede okumuş, Epey mekik dokumuş.
Birgün molla anlattı, Bineklerimiz attı ...
Ayak, yolunda oktu, Arabalar hiç yoktu.
Derse ara vermiştim, Çubuk deyip gelmiştim.
Sonra döndüm okula. Hocam dedi: - Hayrola ! Dedim: - Şehre gitmiştim, İşimi halletmiştim... Bir otobüse girdim,
Oturup mola verdim.
Almış beni götürmüş, Yollarımı yitirmiş. Dedi:- Yavrum uçmuş mu? Yoksa büyük bir kuş mu? Dedim>Hayır yerdedir. Bir bilinmez perdedir.
Yolları katediyor, Sen otur, o gidiyor. Dedi:- Yahu göklerde, Uçan olmalı bir de...
Uçak—muçak bilmezdik, Onu da burdan sezdik.
Hocamızdan muştular, Sonra gökte uçtular.
Derken kepçeyi gördük, Bu nedir? Deyip durduk.
Hayret ile bakarak, Dedim >Bu nasıl tarak?
Birden yere dalıyor, Avcu ile alıyor.
Kendisini koUuyor, Midelere sallıyor.
Unutulmaz yanı var, Tazelendi anılar...
Ebem cimri olandı, Biz uyurken o yandı.
Dedem hayli cömertdi, Babam desen, çok sertdi.
Amcam Hoca Nasreddin, Yahut O'na benzettim.
Fıkraları çok hoştur, Sonuç yine bomboştur.
Duyan güler geçerdi, Yahut yere göçerdi. Kâzım Hoca bir yandan,
Medet bekler insandan.
Elindeki yasası .. . Her kim olsa vururdu,
Yoktan sebep bulurdu. Sayısızdı alâmet. İkide bir kıyamet! Kop uy ordu dillerde, Yaşıyorduk mahşerde. Dere-tepe geçilmez, Uzak-yakın seçilmez. Kurt kuzuyu kapardı. Herkes birşey yapardı. Hak, adalet arardım, Bilenlere sorardım. Edep, irfan kalmamış, Kovanlar boş, dolmamış.
Ölçü, maddi keseler. Çalışırdı köseler. Baksan sınır kavgası. Gelir köyün ağası, Ayırmaya çahşır. Sonra kendi alışır.
|
Vurulurdu, vururken,
Yorulurdu uyurken... Ark yaparsın sel alır.
Çark yaparsın el alır,
Gece-gündüz demezdim.
Haranı lokma yemezdim.
Hır-gür ile yaşadım,
Hak almazdı hem adım.
Ankara'ya yollandım.
Bülbül olup dillendim.
Konya yolu geçildi,
Nurâniye seçildi..
Medreseden mektebe,
Ben de oldum talebe...
Yıllar geçip gittiler,
Sınıf-sıra bittiler.
Bu da kolay olmadı.
Dizde derman kalmadı.
Memur oldum hayatta,
Şimdi gözüm beratta.
Ömrüm boyu süründüm.
Yine dimdik göründüm.
"Damla Damla"dan.
(1984) Yunus AVCI
İBRAHİM KONUKMAN
(1891 / 1970)
—Hayatınızı bize kısaca anlatır mısınız?
—Anlatayım. Askere gidinceye kadar çobanlık yaptım. Jandarmalar Çataltepe'deki yaylada yakalayıp, beni "Bu askerlik yapar" diye, yaşım tutmadığı halde alıp götürdüler, Kırşehir'de seçim yapıldı." Kafkas bölgesini isteyenler. Yemen bölgesini isteyenler aynisin" dediler. Biz Yemen'i istedik, Kafkas bölgesine gidip de kurtulanlar, tesadüfen kurtulmuşlar. Pek fazla kurtulan da olmamış.
Biz doğru Bağdat cephesine gittik. Üç dört sene orada muhasara altında kaldık. Kerbelâ'da İngilizler'e esir düştük. Yaya olarak Arabistan, Yemen, Sana'dan geçip, vapura bindik. Doğruca Hindistan'a vardık. Kelb-Hüdâ (Kalb-Hüdâ)'da tel çember içine alındık. Hintliler bizi "Hıristiyan "diyerek taşlamaya başladılar. Namaz vakti olunca, esirlerden birisi ezan okudu. "Demek ki bunlar da müslümanmış" diye bağırışarak, bizi ekmek yağmuruna tuttular. Altı sene esir kamplarında, Kalb-Hüdâ ile Yeni Delhi arasındaki demiryolunda esir olarak çalıştık.
Üç sefer babama devlet tarafından, ölüm künyem gelmiş. Babam, "Benim oğlumun sağlık haberini kim verirse ona bir inek vereceğim" demiş.
İngilizler bizi Mısır'a kadar getirip, askere bir daha alınmayacağımız hususunda sözleşmeli olarak teslim ettiler. Biz Mısır'dan teskereyi aldık, İzmir'e kadar geldik.
İzmir yeni işgal olmuş. Bize (esirlere) bir yemek yedirdiler. Burada yemeğin tesirinden gözlerimiz kör oldu. Saçlarımız döküldü.
Almanlar müttefikimiz olduğundan, Alman Hastahânesi'ne kaldırılarak tedavi olduk.
Tâ Hindistan'dan aldığım çay çuvalı sırtımda olduğu halde, yürüyerek memleketime geldim. Kuruçay'da Ördek Mustafa ile Davul çayının derede karşılaştık. Konuştuk, tanıştık, Derhal koşarak babama haber vermiş ve ineği almış.
Minnetoğlu'nun iki oğlu da esirmiş. Babamla bir yer münâkaşası yapmışlar.
Babama, "Kapzımal Dayı, benim iki oğlum var, esir. Birisi ölse, diğeri kurtulur gelir. Ben burayı sana yedirmem" demiş.
Allah'ın hikmeti, onun iki oğlu da kurtulamamış ve ölmüş, fakat ben geldim. "Büyük lokma ye, fakat büyük konuşma, "derler.
Hiç unutamam; Hüseyin Çavuş derler, birisi vardı. Onunla memleketimize Yemen'den bir mektup yazdık. Fakat altı senedir mektup yazmadığımız için, kendi adresimizi de unutmuşuz. Bunun için adreslerimizi şöyle yazdık,
"Deveci Alayı, Katırcı Taburu, Atçı Bölüğü, Eşekçi Takımı." Mektubumuzun cevaplan alaya, bu adrese gelmiş. Bizim alayda deve, katır, at, eşek vardı. Alay komutanı beni çağırdı.
"Anasına, babasına hayrı olmayıp, altı sene memleketine mektup yazmayan adamdan, vatana, millete ne hayır gelir, " diyerek iki tokat vurdu.
Ben esasen, Abdülhamid'in askeriydim. Bomba olayında Muhafız Ala-yı'ndaydım. Olayı aynen gördüm. Çok iyi bir padişahtı. Son zamanlar derdi ki:
"Demek ki ben, bu millete lâyık değilim. Lâyık olsaydım, bu millet beni isterdi."
Zâten böyle diyerek, padişahlığı kendisi bırakmış...
Torunu anlatıyor:
Yeınen türküsünü duyduğu zaman hüngür, hüngür ağlardı. Niye ağladığı sorulunca da:
— Siz orada olanları bilmezsiniz, derdi.
Öldüğü zamanlar gözleri görmüyordu. Geleni sesinden tanırdı.
YEMEN TÜRKÜSÜ
Şu Yemen'de akan sular akmıyor, Cerrah gelip hastalara bakmıyor, Hastaların hiç birisi kalkmıyor, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.
Ne çok imiş şu Yemen'in devesi. Pek ağırdır Hudeybe'nin havası, Yemen'e gelenin ağlar anası, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.
Evimizin önünde çifte pınarlar, içerler suyunu beni anarlar, Yemen'e gideni öldü sayarlar, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.
Söyleyin babama abdestİnİ alsın, Okusun Kur'an-ı, namazım kılsın, Benim gibi oğlu, arasın bulsun, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.
Dertli anam benim için ağlasın, Oğul hasreti ile ciğer dağlasın, Körpe kuzum ile gönül eğlesin, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.
http://www.cubukhaber.com/html_page.php?page=tarihi sayfasından alıntıdır.
A N A S A Y F A